Mavi Yolculuk

 

Türkiye’nin Ege ve Akdeniz kıyılarında yıllardır yapılan ‘Mavi Yolculuk’lar ilkinin 1946 yılında gerçekleştirildiği ve ardından bir gelenek halinde ‘Mavi Anadoluculuk’ felsefesiyle devam ettirildiği yıllardan bugüne turizmin gelişmesiyle oldukça değişti. Bu değişiklik gelişen denizcilik teknolojisinin olumlu etkisinden ziyade, mavi yolculuğa çıkış amacının büyük oranda değişmesi ve neredeyse unutulmasıdır. Aynı koylar yıllardır geziliyor olmasına rağmen bugün oraları gören gözlerin gördükleriyle mavi yolculuğa ismini verenlerin gördüklerinden çok daha farklı ve hep daha azı oldu.  

Mart ayında Kars’ta yaptığımız gezi sırasında farklı bir Mavi Yolculuk fikri tekne sahibi ve aynı zamanda kaptanı Eren AKYAR’dan geldi. İlerleyen günlerde tüm dünyada artan salgın Mavi Yolculuğu bu yaz gerçekleştirebileceğimize dair belirsizliklere sebep olsa da temmuz ayının ikinci haftasında Fethiye’de buluşmaya karar verdik.  

Amacımız ilk mavi yolcular gibi seyrederken kıyılardaki antik limanları ve gerisindeki antik şehirleri gezmekti. Bir haftalık zaman içinde görülebilecek en fazla antik yerleşimin olduğu bölge Fethiye ve Demre arasıydı. Işık ülkesi Lykia’nın bir bölümünü gezecektik. Bugün Teke yarımadası olarak adlandırılan doğuda Antalya körfezi ve batıda Fethiye körfezi arasında uzanan yarımada, antik dönemde Lykia (Likya) adıyla anılmıştı. Lykia bir federasyonun ismiydi ve 23 kentten oluşan onlarca yerleşim alanının temsil edildiği ortak birlikti. 

Hitit çivi yazılı tabletlerinde, Mısır, Suriye ve Asur belgelerinde adı ‘LUKKA’ olarak geçen ismin anlamı Luvice ve Hititçe’de ışık, şafak, gün doğumu, ışıldamak, aydınlanmak, parıltıdır.  

 Ege ve Akdeniz kıyılarını kolonileştiren Grek halkların kendi dillerinde bu ismi ‘LYKİA’ olarak telaffuz etmesiyle günümüze taşınmıştır.  

 Fethiye körfezinin doğusunda Ölüdeniz bölgesinde bulunan Lebissos-Gemile (Gemiler) adası açıklarında demirlemiş Ela teknesi bizleri bekliyordu. Kışı Montenegro’da geçiren tekne salgının neden olduğu yurtiçi ve yurtdışı seyahat yasaklarının kısmen kaldırılmasıyla yola çıkmış gezimizin başlangıç noktasına varmıştı. ‘Macera’ adını verdikleri teknede buluşan ilk mavi yolcular kadar heyecanlı ve ne tesadüf onlar gibi 9 kişiydik.  

İlk günü Gemile adası açıklarında denizle hasret gidermekle geçirdik. Ertesi gün Gemiler plajından aracımızla Lykia’nın önemli şehirlerinden Telmessos’u (Fethiye) ve Levissos’u (Kayaköy) gezmek üzere yola çıktık. Bugünkü Fethiye antik Telmessos’un üzerinde yaşamaya devam ediyor. Lykia bölgesinde antik dönemlerde meydana gelen yıkıcı depremlerin etkisiyle tahrip olan Telmessos’ta yaşam hep süregelmiş. Onarımlar ve Lykia bölgesine gelen farklı halkların yerleşimleriyle şehirler zaman içinde değişmiş, kültürler iç içe girerken eskiye dair birçok izi yok etmiş, önemli bir kısmının üzerinde yaşamaya devam ederek bir kısmını da saklaya gelmiştir. Fethiye gibi eski çağlardan beri devam eden sürekli yerleşimlerin olduğu antik kentlerde arkeolojik kazı yapmak mümkün olmuyor. Bu yüzden bizim de Fethiye’de gezebildiğimiz alanlar kısıtlıydı.  

 Önceliği bizlere gece ve gündüz doyumsuz seyir zevki yaşatan bir tepeden antik Telmessos’un restorasyonu devam eden tiyatrosunu ve marinasını görmeye ayırdık. Fethiye şehir merkezinde görülebilecek diğer yer ise nekropolis alanıdır. Mezarlık ya da gerçek anlamıyla ‘ölüler şehri’ olan nekropolde bulunan ve tüm Lykia bölgesinde görebileceğimiz anıtsal kaya mezarları ve lahitler bulunuyor. Sadece Lykia bölgesine özgü bir stili barındırdığı için dünya arkeoloji ve sanat tarihi literatürüne ‘Lykia tipi kaya mezarlar ve lahitler’ olarak girmiş ve artık Lykia’nın günümüzdeki simgesi olmuştur. Fethiye’de ülkemizin en anlamlı heykellerinden birini görmek mümkün. Bahsi geçen semerdam kapaklı bir Lykia lahitinin üzerinde pilot kıyafetiyle Fethi Bey ve lahitin arkasında gerilmiş bir çift kanat bulunur. Yakın tarihimizle ilgili önemli bir detayı anlatır; Osmanlı imparatorluğunun ilk pilotlarından aynı zamanda ilk havacılık şehitlerinden biridir Teyyareci Fethi Bey. 1934 yılında Osmanlı zamanında Meğri olan şehrin ismi kendisine ithafen Fethiye olarak değiştirilmiştir. Ayrı bir dosya konusu olacak kadar ilginç ve önemli bir konudur. 

 

Telmessos’un eski mezarlık alanı bugün merkez Fethiye’nin bir mahallesidir artık. Kaya mezarlarının altındaki düzlük alanlarda bulunan lahitler bölgesinde evler ve bahçesinde lahit kalıntıları bulunan bir okul yer alıyor. Tüm Lykia bölgesinde benzerlerini görebildiğimiz anıtsal kaya mezarların arasında en ünlüsü ve yakından görülebilecek olanı ‘Amyntas’ kaya mezarına kadar çıktık.  

Ayaklarımız altındaki Lykia denizini ve Fethiye’yi seyrederken körfezi antik dönem tekneleriyle hayal ettik.  Çok ziyaretçisi olmuştu buraların ve onlardan biri ünlü bir mimar ve arkeolog olan Fransız Charles Texier’di. Padişah fermanıyla gezen Texier bu gezilerini içeren çok önemli kitaplar yazarak çizdiği gravürlerle belgelemiş ve adını Amyntas (Amintas) kaya mezarının ulaşılması pek güç olan bir noktasına yazmıştır. Texier’den önce adını İon tapınağı görünümündeki mezarının üzerine yazdıran ‘Hermapias oğlu Amyntas’ın ismi ise ancak bilenin yerini gösterdiğinde dikkatlice bakınca görülebilecek kadar silikleşmiş durumda. Kaya mezarı modern zamanlardan çok öncesinde soyulmuş olduğundan günümüze ulaşan herhangi bir kalıntısı yok.  

Antik dönem ölü gömme geleneklerinden, denizci bir halk olan Lykia’lılardan konuşup şehir merkezine geçtik. Lykia dönemine Karmylessos, Levissos, Bizans ve mübadeleye dek Levissi diye adlandırılan Kayaköy’e geçmeden teknemize erzak temin etmek gerekiyordu. Bunun için en ideal yer Fethiye’nin balık pazarıydı. Bir tarafını keçi peyniri, bal, zeytinyağı gibi ürünlerin satıldığı dükkanların, diğer tarafını meyhanelerin çevrelediği büyük bir avlusu var balık pazarının. Avlunun bir bölümünde manavlar bulunurken büyükçe bir kısmını meyhanelerin masaları ve ortalarında balıkçı tezgâhları kaplar. Elbette bu avlu da çınarsız ve günlük ağaçsız değildir. 

Halikarnas balıkçısı ve arkadaşlarının sahip olduğu imkanların çok ötesinde karşılaştırılamayacak kadar konforlu bir durumdaydık. İstediğimiz her yerden her şeye kolayca ulaşabilecek olmanın verdiği rahatlık, kısıtlı imkanlarla hevesle çıkılan gezilerin tadından bir şey eksiltmedi. Eşyalarımız denk yapılmış, buz kalıplarımız bezlere sarılmış, uyuduğumuz alanlar perdeyle ayrılmış değildi. Ela teknesinin sunduğu rahatlığı olabildiğine kullanıyorduk. Süt ve deniz ürünlerimizi, sebze ve meyvemizi alarak Kayaköy’e yöneldik.  

Lozan Barış anlaşmasıyla karar verilen mübadele gereği toplu göçle sakinlerinin Selanik’in yakınındaki bir köye yerleştirilen halkın yerine gelenler, onların bıraktıkları evlerde yaşamayı çeşitli nedenlerden dolayı tercih etmemiş zamanla Muğla ve çevresine, İzmir gibi büyük şehirlere göç etmişler. Gidenler yerleştirildikleri Selanik yakınındaki köye Fethiye’nin Bizans ve Osmanlı dönemindeki ismini ‘Makri’yi vermişlerdi. Yaklaşık 100 yıldır boş olan evler çatısız, kapısız ve penceresiz bir halde duruyor. Beş bini aşkın nüfusu alabilmiş Kayaköy’ün kiliseleri, şapelleri ve sarnıçlarının varlığıyla zamanında ne denli kalabalık ve gelişmiş bir yerleşim yeri olduğundan, karşılıklı zorunlu göçlerin yarattığı travmatik sonuçlarından konuştuk.  

İlk günü denizcilere yakışır biçimde St. Nicholas (Noel Baba) adasının kalıntılarını gezip adanın üst noktasındaki fenerin yanında en güzel gün batımlarından birini seyrederek bitirdik. Kayaköy’den tekneye ufak tefek hazırlıklar için dönmüş olmamıza rağmen yanımıza günü uğurlayacak şarabı almayı unutmak bir yana benim haricimde gruptan kimse ne telefonlarını ne de fotoğraf makinelerini almışlardı. Benim telefonumla yapmış olduğum beceriksiz çekimlerin sonucu kalitesiz fotoğraflarla orayı hatırlayacaktık.   

Denizcilerin koruyucusu Poseidon, onların zora girdiği her an yanlarında olsun, azgın dalgaları ve fırtınaları dindirsin sakin bir seyir olsun diye vardı ne de olsa ve her denizci sefere çıkmadan Poseidon’a adaklar adardı. Gemile ya da üzerindeki kiliselerden dolayı denizcilerin Hristiyanlık sonrası verdiği isimle St. Nicholas adası da antik dönem boyunca sığınılan korunaklı koylardan biriydi. Öyle ya çok tanrılı dönem bitmiş Hristiyanlık yayılmış ve denizcilerin yeni dinde kurtarıcıları Noel Baba olmuştu. Biz adayı gezerken zeytinlerin ve çamın yeşiline denizin mavisine boyandık. Deniz ise Homeros’un tabiriyle şaraba boyandı.  

Bulunduğumuz bu koy ve bundan sonrakiler geceleri bizlere sessizliğin şiddetiyle yıldızlar döken manzaralar verecekti.   

Bir sonraki gün hedefimiz Kalkan’a ulaşmaktı. Seyir yönümüzde bulunan Kelebekler vadisi ve Kabak koyunda yüzecek sonrasında Kalkan’da demir atacaktık. Kaptan Eren’in o gün denizin bu koylara yaklaşmamıza izin vermediğini söylemesiyle yaklaşık 3 saatlik seyirle Kalkan limanına girdik. Ertesi gün gezeceğimiz Lykia’nın başkentlerinden Patara açıklarından geçerken 2 sene sonra restorasyonu bitmesi planlanan deniz feneriyle meşgul vinçi ve uzun Patara kumsalını gördük.  

Lykia’nın küçük yerleşimlerinden biri olan Kalkan, turizmin alabildiğine koşmasından önce küçük bir balıkçı kasabasıymış. Mendireğinin ardındaki küçük ve berrak plajı Kalkan üzerinden karayolu ile geçerken bile etkileyicidir.  Batı Torosların sarp yamaçlarıyla şekillendirdiği, Fethiye-Antalya kıyı yolu boyunca kıvrımlar arasında karşınıza çıkıveren girintilerin benzer berraklığı ve beyaz kumları bir anda içine atlama hissi yaşatır. Coğrafya bu kıyılarda ince ve özenli çalışmıştır.  

Artymnessos (yukarı Tymnessos) sonrasında Kalamaki ve nihayet Kalkan, Tymnessos’un limanı olarak kullanılmış. Tymnessos Elmalı’dan Kalkan’a inen karayolu üzerinde Köybaşı mevkisinde bulunuyor. Kalkan’da antik yerleşime dair hiçbir kalıntı yok. Bir orta çağ şapeline ve geleneksel yakın dönem sivil mimarlık örneği evlere sahip. Her yeni güne gezeceğimiz yerlerin heyecanıyla başladık. Bugün bir öncekinden daha yoğun bir programı kapsıyordu. Lykia’nın başkentlerinden Patara’yı, Tlos’u, Ksanthos’u ayrıca Letoon’u görmeye Kalkan’dan yola çıktık. Kara yoluyla Fethiye yönüne döndük. Kalkan’ı ardımızda bıraktıktan kısa bir süre sonra deniz görüş alanımızdan çıktı ama bu kez önümüzde bir sera denizi vardı.  

Burası Eşen ovası ve günümüzden yaklaşık 2500 yıl öncesinde Persli komutan Harphagos ve Ksanthos’lular şimdi domates yetiştirilen seraların olduğu bu ovada karşı karşıya gelmişler Ksanthos’u yenilgiye uğratmışlardı. Ksanthos’u akşam üstü gezecektik. Gelemiş köyüne saparak Patara antik kentine ulaştık. 2020 Patara yılı ilan edilmişti. Son 20 yıldır Patara’yı bir daha görmemiş olanlar çok şaşıracaklardır. Patara’yı ilk gezdiğim 1998 yılında görülebilen kalıntıları şehrin girişindeki zafer takı ve sırtını denize dönmüş 5000 kişilik tiyatrosunun üstten 3-5 sıra oturma alanıydı. Tüm akarsuların denize ulaştığı konumda kurulan liman kentlerinin taşınan alüvyonlarla limanlarının bataklığa dönüşmesi kaderini Patara’da yaşamıştı. Bizans döneminde limanın işlevselliğini yitirmesi nedeniyle ekonomi kötüye gitmiş, zamanla terkedilmiş, depremlerle yıkılmış ve rüzgarların Patara kumsalından taşıdığı kumlarla kentin üzeri kapanmıştı. Devam etmekte olan arkeolojik çalışmalar Patara kumlarından koca bir kent çıkarmayı sürdürüyor. Patara’daki en önemli buluntulardan biri Lykia Kentleri Yol Anıtıdır. Dünyanın en iyi 10 yürüyüş rotasından biri olan antik Lykia Yolu’nu hepimiz biliriz. Fethiye’den Antalya’ya (Kaunos’tan Attaleia’ya) 535 km boyunca kıyılarda, ovalarda ve dağlık alanlarda kurulmuş olan Lykia birliğine bağlı 53 kent yerleşimi Batı, Kuzey ve Doğu yönünde ilerleyen ana yollarla tali yolları birbirine bağlayan Lykia yol ağını anlatır. Bu yazıt aslında başkent Patara’ya konmuş bir yol haritası gibidir. Kentlerin isimleri ve mesafeleri Roma hesabına göre yazılmıştır. Aslında karayolu tabelası da diyebileceğimiz bu yazıt günümüze dek kentlerin isimleri ve yerleri hakkında net bilgiler edinilmesini sağlamıştır. Yazıt geçici olarak Antalya Arkeoloji müzesinde bulunuyor. 

Roma döneminde MS ilk yüz yıllarda altın çağını yaşamış Lykia birliğinin başkentliğini yapmış olan Patara Roma öncesi ve sonrasında bölgenin en önemli ticaret limanı olmaya devam etmiş. Roma’ya tahıl sevkiyatının yapıldığı kent, Hristiyanlığın gelişmesiyle siyasi üstünlüğünü piskoposluk merkezi olmasıyla güçlenen Myra’ya (Demre) kaptırmıştı. Bu yıl Patara’da bizi bir de sürpriz bekliyordu. Senato binası önüne yerleştirilen deneysel arkeoloji yöntemiyle yapılmış bir antik dönem teknesi.  

Abora IV teknesi 2000 yıl öncesinde, Mısır’dan yola çıkıp Karadeniz’i geçerek Tuna nehrine uzanan ticaret hattını kullanan teknelerin replikasıydı. Alman Vejetasyon Coğrafyacı Dominique Görlitz’in projesi olan, Bolivya’dan getirilen özel kamışlarla Bulgaristan Varna’da yapılan tekne, aynı limandan seyre başlayıp son varış limanı olarak İskenderiye planlanmıştı. 14 m uzunluğunda 4m genişliğinde 12 ton ağırlığında 75 metrekare yelken genişliğine sahip teknenin 12 mürettebatı vardı.  İskenderiye’ye ulaşmaya gücünün yetmeyeceği anlaşılan teknenin son varış limanı Kaş olmuş ve resmi makamların girişimleriyle dönemin en önemli uluslararası ticaret limanı olan Patara’ya armağan edilmesi sağlanmıştı.  

Yakıcı güneş Patara hakkında konuşmak üzere bizi Roma dönemi zafer takının gölgesinde toplanmak zorunda bıraktı. Senato binasını gezip Abora IV teknesini gördük. Tiyatroya restorasyon nedeniyle giremeyip yüzme molası için plaja geçtik. Patara kentiRoma imparatoru Neron’un inşa ettirdiğini üzerine altın harflerle yazdırdığı 26 m yüksekliğindeki deniz fenerini ayağa kalkmış ve ışık saçar halde görmek üzere bizleri tekrar çağırdı.  

Patara’dan ayrılıp Saklıkent kanyonunun bulunduğu Akdağların yamaçlarına tırmanmaya başladık. Soğuk suların aktığı restoranlardan birinde öğle yemeği molası vermeye giderken Lykia’nın başkentlerinden biri olmuş Tlos’un içinden geçtik. Gezmeyi yemek sonrasına bıraktık. 

Tlos’un tiyatrosunu görüp hamam yakınlarındaki stadiumuna geçtiğimizde aynı zamanda bir spor kenti olan Tlos’u ve antik dönem olimpiyat oyunlarını, hipodromlarda yapılan yarışlarından söz ederken konu elbette olimpiyat ateşi geleneğine ve Formula yarışlarına dek uzadı.  

Daha gezilecek Ksanthos ve Letoon vardı. İşte bir başkente daha ulaşmıştık; Ksanthos. Dikenlerin kapladığı tapınak alanına giremeyip tiyatrosunu, dikme mezar anıtlarını ve agorasında bulunan Likçe dilinde yazıtlı anıtını gördük. Yazıttaki Likçe harfler o kadar tanıdık ki bu 29 harfin birçoğu Latin alfabesinde 3’ü ise Grekçede kullanılmaktadır. 

Ksanthos kaderini değiştiren iki önemli savaşı Perslilere ve Romalılara karşı vermiş fakat başarılı olamamıştı.  

 Burada sohbetimizi Anadolu’dan kaçırılan tarihi eserlere, kaçırılma öykülerine, sergilendikleri müzelere ve kaçırılanlara kıyaslanamayacak ölçüde az olan geri alabildiklerimize ayırırken kahraman Ksanthos’lu Sarpedon’u da anmalıydık. Anadolulu Troyalıların Yunanlılara karşı yapmakta oldukları savaşa destek vermek üzere Lykia denizinden açılıp Troya’ya ulaşan Sarpedon gördüğü yılgınlık karşısında Hector’a: ‘’ ben ta uzaktan geldim, anaforlu Ksanthos’tan, uzak Lykia’dan. Karımı çocuğumu koydum orada, yoksulların göz dikeceği bir sürü mal mülk koydum. Savaşa sürüyorum Lykia’lıları yine de. Kendim de en öndeyim; işte bak! ‘’ dediğini İzmir’li kör ozan Homeros’un kurgulayıp yazıya geçirdiği İlyada ve Odysseia destanlarından duyarız. Troya savaşında ölmüştür Sarpedon, ‘’ kara kanlarından temizleyin bedenini, en güzel kokuları sürüp giydirin kahraman Sarpedon’u ve ülkesi Lykia’ya ulaştırın’’ der Troya kralı Priamos.  

Ne ayrıcalıklı mavi yolculuklar yapmışlardı Eyüboğlu kardeşler, Sabahattin Ali, Necati Cumali, Mina Urgan ve daha birçoğu. Hepsinin meziyeti farklı birbirlerine kattıkları eşsizdi. Onlar bunun gibi destanları, savaşları, kahramanlıkları, yenilgileri Cevat Şakir’in, Azra Erhat’ın dilinden dinlemişlerdi 

Günü Letoon’da bitirmeye doğru Ksanthos’tan ayrıldık. Patara ve Ksanthos arasında bir yerleşim yeri değil tapınak alanıydı Letoon. Üçlü tanrıların Leto, Apollon ve Artemis’in tapınaklarının bulunduğu Letoon Lykia’nın bir nevi hac merkeziydi. Tapınak kalıntıları haricinde en görkemli yapısı Hellenistik dönem tiyatrosu oldukça sağlam bir şekilde durur.  

Tekneye döndük. Güneş bizi yormuş olsa da tam da özlediğimiz yorgunluktu. Bunun hayalini ilk kez Kars’ta ayağımızda kar botlarıyla kurmuş ve şimdi gezdiğimiz her yerden nasibini alarak tozlanmış sandaletlerimizin mutluluğunu yaşıyorduk.  

Sonraki gün seyrimiz kısa mesafeydi. Kalkan’dan Kaş’a geçmek için aceleci davranmadık. Kaş limana girmeden önce Çukurbağ yarımadasının Meis adasına bakan yönünde demirledik. Antiphellos’un tiyatrosunu da görebildiğimiz bu yerde biraz miskinlik işimize geldi.  

Akşam üstü Kaş limandaydık. Antiphellos Kaş’ın Lykia dönemindeki ismi. Kalkan gibi o da bir kentin ticaret limanı.   

Bu kent, karayolu ile Kaş’tan Antalya yönünde dağlık Lykia şehri Phellos. Phellos ‘dağlık/kayalık’ anlamındayken kıyıdaki liman yerleşimine ise ‘kayalık olmayan’ anlamındaki Antiphellos demişler.  

Güneş yavaş yavaş aşağı inerken Çukurbağ yarımadasına yürümeye başladık. Türkiye turizminin kitlesel katliamından henüz çok yara almamış diğer yerlere kıyasla nispeten nezih kalabilmiş Kaş’ta tiyatroya doğru yürürken neler gelmedi ki aklımıza; ağaçlara sarılıp tek vücut olmuş, restoranların, evlerin, otellerin bahçelerini sarmış, binalar boyunca tırmanıp birden kendini bırakmış çiçek açmaya doymayan begonvillerin Türkiye’ deki bir diğer ismi Halikarnas Balıkçısı olmalıdır. Milas’tan Bodrum’a Halikarnasın Balıkçısı olmaya Mavi Sürgün’üne yürüyerek giderken yolda gördüğü ne çok çiçeği saymıştı. Çok sonraları yemin etmişti “bükleri, knidosları, datçaları, gökovaları daha da cennet yapmazsam adam değilim! ” diye. Bu kıyıların mavisinin yanına Begonvilin renklerini Balıkçı getirmişti.  

Tiyatroya giderken başımıza dökülen, yerlerde pembe pembe ayaklarımıza değen begonviller sanki bu akşam bir galanın konfetileriydi.  

Oturduk, akşam çöktü ışıklar yandı. Her birimiz en az 1500 yıl öncesinden biriydik artık. Kaptan Eren dün Aperlai limanından erguvan rengi boyayı alıp Kaşa gelmişti. Yolu uzundu daha Konstantinapolis’e ulaştıracaktı Bizans’ın rengini. Gümrükte duymuştu gösteri vardı tiyatroda. Keman sanatçıları Elif ve Pelin ile viyolonsel sanatçısı Gökhan bu akşam sahnedeki müzisyenlerdi. Ben ve çocuklar sıradan Antiphellos’lulardık. Böylesi yerlerde gezen herkesin mutlaka aklına gelir; kimler ne oyunlar izledi ne konserler dinledi, kimler sesini duyurdu izleyenlere. Bunları hayal ederek Meis’in ışıklarına baktık.  

İlkini olmasa da sonraki yolculukları “Mavi Yolculuk Defterleri” ne resimlerle şiirlerle kaydeden Bedri Rahmi Eyüboğlu ve bu gezileri “Mavi Yolculuk” adını verdiği kitaplarında anlatan Azra Erhat Anadolu tanrıları gibiydi. Eserleriyle onlar da bu kıyıların eski güzelim bakirliğine ölümsüzlüğü bağışlamışlardı.  

Kaş’tan ayrılıp doğuya doğru Kekova bölgesine yola çıktık. Salgın nedeniyle geçemediğimiz için üzüldüğümüz Meis’ e yakın bir yerden yüzme molası verdik. Megiste (Meis) Lykia’nın ada yerleşimlerimden biri ve bugün 2.1 km mesafeyle Türkiye’ye en yakın Yunan adası. Rodos şövalyelerinin kızıl renkli kayalarından dolayı Kastellorizo dedikleri Meis adasının yakın tarihiyle ilgili 1992 yılında en iyi yabancı film oskarını almış “Mediterraneo” isimli filmi izlememiş olanlar için buraya not edelim. Esprili, Akdeniz sıcaklığını yaşatan filmin çekimi de adada yapılmış.  

 Turizmin en yoğun günlerinde dahi bize sakinliği yaşatan Kekova bölgesine ulaştık. Üzerinde Aperlai kentinin bulunduğu Sıçak yarımadasının oluşturduğu kıstaktan girdik. İlerde kuzeyde bulunan Üçağız ve Simena’nın önünde bir set gibi uzanan Kekova adası burayı adeta bir iç deniz haline getirmiştir. Jeomorfolojik özellikleri ve geçirdiği şiddetli depremlerin etkisiyle buradaki küçük liman şehirlerinin kıyı yerleşimleri birkaç metre su altına çökmüş. Bugün tamamına Kekova batık kent dediğimiz yerde Lykia’nın liman kentlerinin kalıntıları var; Kekova (Dolichiste), Üçağız (Teimiusa), Kaleköy (Simena) ve Aperlai şehirlerinin deniz altına çökmüş mendirek, hamam, liman yapıları burayı eşsiz kılmıştır.  

Simena adası önünde demirledik. Üzerindeki kalesi, yamaçlarındaki kaya mezarlar arasında evleri, pansiyon ve restoranları, kıyısındaki yapı kalıntılarıyla Simena nadide bir mücevher gibi karşımızdaydı. İlk iş deniz içindeki lahitin yanına gidip biraz yüzmek oldu. Gün batmadan adaya çıkıp kaleye doğru yokuş yukarı yürüdük. Antik yapılar üzerine kurulmuş kimi pansiyona kimi restorana dönüştürülmüş evlerin arasındaki dar sokaklarından çıkarken ufak bir kayboluşla aynı yoldan dönemeyeceğimizi biliyordum. Öyle de oldu. Kalenin en üst noktasından şahane bir Akdeniz manzarasına bakıyorduk neyse ki bu kez içeceklerimizi unutmamıştık. Çiftçinin tarlasına eteğindeki tohumları avuçlayıp serptiği gibi, zeytinlerin, makilerin, keçi boynuzu ağaçlarının arasında saçılı duran lahitler buradan çok sevimli görünüyorlardı.  

Eşsiz bir coğrafyada kurulmuş olmalarının ayrıcalığı yetmezmiş gibi bu küçük liman şehirleri dönemin en kıymetli mallarından birini üreterek zenginleşmenin yanında bir imparatorluğun ayrıcalık simgesi olacak erguvan rengini bahşetmişlerdi. Mor ve kırmızının karışımı olan bu rengi elde etmek o dönemde oldukça güç bir işmiş. Mureks ya da purpur denilen kabuklu deniz canlısından elde ediliyormuş. 

Hemen yakında doğuda bulunan Myra’nın (Demre) limanı Andriake (Çayağzı)’de bu üretim çok daha fazlaymış.  

Ay Simena ve Kekova adası arasındaki boğazın üzerinde yükselmiş kendisiyle yarışan binlerce yıldızla birlikte ışıklarını akıtıyordu. Varlığımızı unutturan manzara karşısında uyumak bir haksızlık olurdu.  

Sabah olabildiğince erken hareket edip gece yıldızların ışıklarıyla yıkadığı boğazdan geçerek Çayağzı (Andriake) limanına vardık. Bugün gezimizin son günüydü. Demre’ye geçip önce St. Nicholas (Noel Baba) kilisesini, Myra antik kentini ve limanı olan Andriake‘yı gezdik.  

Myra, Lykia birliğinin başkentliğini yapmış bir başka kent. Antik dönemde Myros, bugün Demre çayı adıyla bildiğimiz çayın taşıdığı alüvyonlar nedeniyle kentten geriye kalanların çok büyük bir kısmı 4-9 m arasında değişen alüvyon dolgu altında. Kalıntılar sadece bu alüvyol dolgunun değil aynı zamanda günümüz yapılarının altındalar.  Noel Baba kilisesi o günlerde olduğu gibi bugün de şehrin içinde.   

 Kudüs’te doğmuş olan Hristiyanlık tüm dünyaya Anadolu’dan yayılmıştır. Myra yükselişte olan Hristiyanlığın önemli psikoposluklarından ve St. Nicholas nedeniyle de hac noktalarından biri olup çok güçlenmişti. Myra hem Hristiyanlığın hem de deniz ticaretinin önemli bir merkeziydi. Patara’da zengin bir buğday tüccarının oğlu olarak doğan Nicholas teoloji eğitimi alıp Myra’ya yerleşmiş ve burada ölmüştü. Myra’ya ticaret için gelen gemiciler, Kudüs’e hacı olmaya gidenler bu kiliseye mutlak uğrarlardı. Dualar eder adaklar adar ve belki de kentin adının kaynağı olan Mür yağıyla tekrar kutsanırlardı… Psikoposluk yaptığı kilisede lahit içine saygın bir dini lider olarak defnedilen St. Nicholas ilginç bir hikayeyle modern dünyanın Noel Babası olacaktı. Çok tanrılı dinlerden semavi dinlere geçişin mimari özelliklerini ve manevi etkilerini, fresklerin anlattıklarını konuşup Myra antik kentine geçtik.  

Aslında kentin içindeydik fakat arkeolojik kazılarla çıkarılabilmiş olan tiyatrosunu ve kaya mezarlarını görmek üzere birkaç km yol aldık.  

Antik kentin isminin okunuşu Latince telaffuzla MÜRA’dır. İsim kökeni belirsiz olmakla birlikte (Lykia dilinde Muri olarak Ksanthos’daki Likçe yazıtta geçen kent olma olasılığı çok yüksektir) anlamı MÜR yağının üretildiği mersin bitkisinden (Commiphora myrrha) geliyor olmalıdır der bilim adamları. Myra tiyatrosu ve kaya mezarları yan yana11.000 kişilik tiyatronun dışında sergilenen, sahne binasının iç ve dış süslemelerinde kullanılan değişik maskların olduğu kalıntılar Myra’nın logosu gibidir. Aslında o dönem her tiyatronun süslemesinde kullanılan değişik yüz ifadelerine sahip bu masklar tragedyanın, komedyanın ve dramın yüzleriymiş. Bugün gülen ve ağlayan haliyle tiyatronun simgesi olmuşlar.  

Mavi yolculukla antik limanlar ve şehirlerin son noktası Myra’nın liman yerleşimi olan Andriake ve içindeki Likya Uygarlıkları Müzesini gezmek üzere Çayağzı limanına döndük.  Denize akan çayın her iki yanına kurulmuş olan liman yerleşimi, sıcak ve soğuk kükürtlü sularıyla aynı zamanda termal bir alanmış. Bugün de termal doğal açık havuzların bulunduğu rağbet gören bir yer. Karayoluyla Kaş yönünden Demre’ye geliyorsanız Çayağzı limanını görmeye başladığınızda bilin ki kıvrımlı kıyı yolu bitmek üzeredir ve bulunduğunuz tepeden aşağıda çayda çimmekte olan insanları görünce şaşırırsınız. Deniz dururken neden orada suya girdiklerini sorarken kendinize, rampa aşağı sallanıp o çayın yanına ulaşırsınız ve tabelalar işaret eder; sıcak-soğuk kükürtlü sular. 

Myra, Patara ile birlikte Roma’ya buğday nakliyatının yapıldığı önemli bir kentti. Andriake limanının bir diğer önemli ticari ürünü Erguvan renkli boya maddesiydi. Dış ticaretin yapıldığı çok önemli ve büyük bir liman olduğu agorasından, gümrük binalarından, yazıtlarından, hamam ve ibadethanelerinden anlaşılır. Limanda bulunan Roma dönemi tahıl deposu Granarium, restore edilip Likya Uygarlıkları Müzesi olarak 2016 yılında açıldı. Zamanın deniz ticareti ve denizcilik teknolojisinin tarihiyle ilgili bilgiler sunacak şekilde düzenlenmiş müzenin dış bölümüne bir antik dönem ticaret teknesinin replikası yerleştirilmiş. Gümrük binalarının önünde çayın kıyısında duran bu tekne, yükünü indirmek üzere yanaşmış tüccarla bizleri buluşturur. Birer gümrük memuruymuş gibi teknenin altına inip amforaları saymayı ihmal etmedik. Artık herkes kendi teknesine dönebilirdi.  

Biz de öyle yaptık ve Kekova’ya dönüp Sıçak yarımadası iskelesinde Aperlai kentinin arkasında demir attık. Salaş bir restoranda mükellef bir akşam yemeği ıssızlığın ortasında bizleri bekliyordu. Restoran sahibi eski bir çobandı. Issızlık ve çoban kelimeleri yan yana geldiğinde hiç tuhaf gelmez fakat biz bunu yüksek bir yaylada veya dağ başında değil de küçük bir koyda yaşıyorduk. Ela teknesiyle Lykia’nın antik limanları ve şehirleri adını verdiğimiz mavi yolculuğumuzun son akşam yemeğini yerken başka gezi planlarımızı konuştuk.  

Biz bu gezimizde ilk mavi yolculara kısmet olmayandan fazlasını görmüştük. Ülkemizde son yıllarda yapılan yoğun ve başarılı arkeolojik kazılar ve çalışmalar toprağın ve denizin altından birçok bilgiyi kucağımıza vermiş, toprak altında olduğu için onların göremediği kentleri dünya gözüyle görebilmiştik.  

Bir sonraki gün, kendilerine rehberlik yapmaktan müthiş zevk aldığım, benim için de anlamı ve farklılığıyla bir ilk olan bu mavi yolculuğu deneyimleme fırsatı veren yol arkadaşlarımdan ayrılarak Kaş’a döndüm. Yıllardır denizlerde olmanın zevkini Ela teknesinin hem kaptanı hem miçosu hem aşçısı hem de gezgini olarak hakkını veren yol arkadaşlarım, koynunda onca sakin koyu barındıran Kekova’nın tadını çıkarmak üzere bir süre daha kaldılar.      

Serpil ÜSTÜN /  Pff. Türkçe, Çince,Japonca Turist Rehberi

Bu yazımız Yacht Türkiye Dergisi Kasım 2020 sayısında yayımlanmıştır.

www.yachtturkiye.com

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir